Kozlu Öncesi

Kozluya nasıl gelindi?


Ünlü motosiklet gurusu Reşat Arbaş, motosiklet teorisi adındaki eserinde derdi ki:" asla karışık bir kafayla motor kullanmayın."
Ben bu sözü bir miktar modifiye ettim... "Normalinizden daha karışık bir kafayla motor kullanmayın."

Çünkü asla karışık kafayla motor kullanmayın, dediğin zaman benim hiçbir zaman motor kullanmamam gerekir. Ben inanıyorum ki; bir insanın kafasında sürekli karışık birşeyler bulunur. Aynı ev gibi... evi istediğin kadar derle topla yine de dağınık bir çekmece bulunur...

İşte 07 eylül 2008 Pazar akşamı kafam böyle acayip durumdayken bile bile yola çıkmaya karar verdim. Ama nereye?

Samsun'da Onur vardı... Eskişehir'de Kenan vardı... İznimin bitizlemesine de tam bir hafta kalmıştı. Yarım saatte bir plan yaptım. Samsun yolu gidiş dönüş 2000 Km yi buluyordu. Eskişehir ise nerdeyse bu yolun yarısı kadardı. Samsun yolu deniz kenarıydı... Daha eğlenceli olur diyerekten aradım Onur'u...

- Alo Onur...!
+ Naber Sinan?
- İyilik hacı... Yanına geliyorum müsait misin?
+ E gel hacı müsaitim. Neyle geliyorsun? Uçakla gel...
- Motorla geliyorum abicim... Seni de motorlandıracağız.
+ (arkadan yengenin sesi geliyor: uçakla gelsin, diyor) Ya ben de onu diyorum ama...
- Alo... yenge ne diyor? Uçağa mı bineyim, diyor?
+ Ya bence de uçakla gel ama sen şimdi dinlemezsin...
- Dinlemem tabi...
+ Hacı dikkatli kullan ha... Karadeniz yolları virajlıdır!
- Tamam tamam merak etme sen.
+ Ne zaman burda olursun?
- Gelişim iki günü bulur Onur...
+ Tamam o zaman hadi bekliyoruz.
- Tamam abicim...

Hemen akabinde bünyede başlayan bir vazgeçme isteği belirdi. O akşam saat 19:00 gibi alınan bu kararın aceleciliği, kendini bilmezciliği bünyede ilk rahatsızlık hissini telefonu kapatır kapatmaz vermeye başlamıştı. Ulan yoksa vaz mı geçsek ha... demeye başlandı bir an... Sonra aman vaz mı geçecez bu saatten sonra denilerek hazırlıklara başlandı.

Banyosu, tırnak kesimi, etek ve koltukaltı tıraşı tamamlandı... Kendimi serhatte giden neferler gibi hissediyordum. Yolda hata kaza oluverirse uzamış tırnaklarla rezil olmayalım, diye düşünmüştüm.

Bir de normalde yanıma almadığım bir şeyi giderayak çantamın içine koymuştum. kapıdan çıkarken rafın üzerinde gözüme ilişen sağlık karnemi, ne olur ne olmaz, diyerek yanıma almıştım.

Zaten hazır olan eşyalarımı yanıma alıp motoruma yüklemeye başlamıştım. Gece yolculuğuna çıkacağım için tam donanım, termal içlikler dahil, kuşanmıştım. Saat 08:30 da marşa bastım...

İlk durağım Kadıköy Korlas idi... Karadeniz sahil yoluna çıkmadan evvel üzerime yağmurluk aldım. Ayrıca lastik tamir kiti de edindim. Oradaki adamlardan yolculuğumu soranlara Samsun, diyordum. Bana manyak gözüyle baktıklarını hissetmiştim. Ama ne onlar ne de ben durumu sezdirmiyorduk. Bana bir kahve ısmarladılar... Havadan sudan bir sohbet sonrası tam kalkacağım bir telefon. Annem arıyor!

- Yavrum nasılsın? Sesini duymak istedim... İyi misin?
+ İyiyim anne bir yaramazlığım yok... Dışarı çıkmıştım. (Kadının içine doğdu)
- Ne bileyim oğlum? Haberlerde İstanbul'da şöyle oldu böyle oldu yine bir sürü olay!
+ Aman anne... düşündüğün şeye bak. Onlar her zman her yerde olan şeyler. Gazeteciler abartıyor... Haber olsun diye... Yok burda öyle şeyler merak etme sen.
- Ne yapayım... Haberlerde ortalık karışmış yine... Sen oralarda dolaşma sakın!
+ Tamam annecim dolaşmam... Meraklanma tamam mı.
- Tamam hadi bakalım... Allaha emanet ol.
+ Sen de annnecim... her zaman öyle zaten... öpüyorum seni.
- Ben de seni öptüm hadi bakalım.

Çocukken hangi dersten ne zaman yazılı olacağımızı anneme söylemedim mi o imtihandan kırık not alırdım. Öyle bir bağıntı vardı. Denedim bir kaç kere... Anneme söylemediğim sınavlardan kırık not alıyordum. O yüzden bu geziyi anneme söylemem gerektiğini biliyordum ama söylemedim... Söylemediğim anda başıma bir şey geleceğini biliyordum.

Telefonu kapattım... Motoruma doğru yola koyuldum. Arkamdan bir ses. Hocam bir dakka... Ben bu mağazanın sahibiyim. Cep telefonumu kaydet. Yolda Allah korusun başına bir hata kaza gelirse nerde olursan ol beni bu numaradan ara... Benim bir kamyonetim var... Yanlış anlama para önemli değil... Sadece mazotunu koysan yeterli. Nerde olursan ol motorunu çekeriz. Başına bir şey gelirse beni ara muhakkak...

Adama teşekkür edip telefonunun kaydettim. Sanki herkesin içine doğdu... Arkamdan gidenin geri dönmeyeceği bir cepheye yollanan askere bakar gibi bakıyorlardı. Ben de bunu farkediyor olmama rağmen devam ediyordum yaptığım şeyi yapmaya... Atladım motora. Bastım marşa. Saat 21:30

Kadıköyden yola koyuldum. Şile yoluna çıktım. Şile yolunda gecenin o saatinde bile olsa gidip gelen araçların olması nedeniyle herhangi bir sıkıntı yaşamadım. Ancak Şileden sonra girdiğim köy yollarında in cin top atıyordu. Orman içinde virajlı yollarda ilerlerken maksimum 60 km ile yol alabildiğimi fark ettim.

Zifiri karanlıkta karşıdan bir araç gelse farlarını kesin görürüm diye kendimi teselli ediyordum ki o anda aklıma geldi. Ulan bu memlekette farlarını açmadan araba sürenler veya yolun ortasına traktörü bırakıp gidenler var... Müsait bir dağ başında durup sabahı beklemek aklımdan geçti ama saat daha gece yarısı bile olmamıştı. Sabaha kadar burada ne yapılırdı? Aklımdan bunlar geçerken... Ananı... o da ne?

Köyün birinden geçerken köpekler motora saldırmıştı. O andan itibaren yolculuğum kabusa dönüştü. Hızımı artırdım. Köpeklere yakalanmamak için. Ulan geri zeka... Köpek dediğin sadece havlıyor tutup tekere atlayacak değil ya... Ama o anda ödüm bokuma karıştığı için sürati arttırma yoluna gittim. Ama nereye arttırıyorsun yollar deli gibi virajlı... Hadi virajı anladım anlamasına da ulan bari virajın eğimini verin be... Virajı alacam diye akla karayı seçiyorum. Allahtan motorun 4000 bakımını geçen hafta yaptırdım. Vitesler yağ gibi geçiyor. Motor ceylan gibi sekiyordu...

Dedim ya deli gibi virajlı yolda sürati arttırmaya çalışıyorum ama artmıyor. Onun yerine viraj çıkışlarında köklüyorum gazı... Gözümün önünde o korkunç manzara ile karşılaşmak istemiyorum. Aklımın bir köşesinde, özellikle çok sert virajları aldıktan sonra; ulan şimdi ya karşıma 20 tane çoban köpeği çıkarsa ne bok yerim, paranoyası dolaşıyordu.

Tabelalara baktım... kandıraya 60 kilometre kalmış. Eh ben de en az 60 la gittiğime göre geceyarısından önce Kandıraya varırım, diyordum. Gece yarısından önce kavramının hiç bu kadar önemli olacağını düşünmezdim.

- Yavrum bak 12 den önce evde ol tamam mı?
+ Tamam anne... merak etme olurum.

Bu tarz ergenlik dönemi ebeveyn nasihatlerinin demek bu sikime yaradığını farkedizledim o an! Ulan zaten saat gecenin örekesi olmuş; inin cinin top attığı bir yoldasın; aynaya bakıyorum bir tek ışık yok; başıma bir şey gelse kimsenin ruhu duymaz; kuş geçmez kervan uçmaz bir dağ başındasın; saat 12 olsa ne olur 32olsa ne olur... zibidi! Ama işte o anda öyle düşünmüyordum. Sanki baba ocağım Kandıra da ve ben geceyarısı olmadan evde olması gereken ergen evladım. Daha fazla geç kalırsam babadan yiyeceğim zılgıtın dozu artacak sanki.

Bu duygu ve düşüncelerle yoluma devam ederken, uzaklardan bir ışık gördüm. Ulan traktör bu derken, bu ışığın bir el feneri olduğunu farkettim. Jandarma güvenlik!
Sağa çektim motoru susturdum. Ehliyet ruhsat ve kimliği verdim. Bilgisayardan kontroller yapıldıktan sonra asker sordu:

- Yolculuk ne tarafa?
+ Samsun'a...
- !? peki iyi yolculuklar.

İçlerinden kesin manyak bu, dediler. Kandıraya az kalmıştı... İlçenin ışıkları görülüyordu. Sonunda saat 12 gibi Kandıraya giriş yaptım. Ramazan münasebetiyle sokaklarda insanlar yani adamlar dolaşıyordu. Sakin ve sevdiğim bir ilçedir Kandıra. Sokaklarda ilçenin gençleri dolaşıyor kahvelerden okey sesleri geliyordu.

Motoru bir köşeye park ettim. Pansiyon tarzı bir yer aramaya başladım. Bir tane otel buldum ama o da kapatmış adam gitmiş. Cep telefonu bırakmış kapıya. Saate baktım saat de amma yavaş geçmeye başladı. Saat yarım olmamış daha... Otelciyi aramadım. Parkta bir bankın üzerinde uyumayı tercih ettim. Ancak, bir sorun vardı. İlçe merkezinde tazı gibi dolaşan it sürüsü... On kadar it sürü halinde sokaklarda devriye geziyordu. Şimdi bankın üzerinde canım geçecek uyuyacağım ama bu itler gelir oramı buramı yalar. Köpeklerin böyle teklifsiz burnunun dibine kadar sokulmasına uyuz olurum zaten. Mesela kedi olsa hayatta böyle denyoca davranmaz.

Sokaklarda fıt fıt fıt itlerin ayak seslerini dinleye dinleye bankın üzerine kıvrıldım. Ama tam uyuyamıyorum. Arada dalıp dalıp uyanıyorum. Bir kaç cuvara içtim. Ramazan olmasına rağmen ilçe merkezinde açık bir lokanta yok tabi o saatte. Ajlık bastırmak için tekel bayiinden biraz kaju fıstığı aldım. O da bayat çıktı... Haritayı açtım. Nerdeyim? Ne kadar yol aldım? Ne kadar yolum var diye bakayım dedim... Bu arada hep gördüğüm, haritasını benzin deposunun üzerindeki çantaya koyup yol alan motorcular gibi yapmıştım ben de... 250km yol almışım, yaklaşık 1000km yolun dörtte birini bitirmişim yani. Ama yollar hep böyleyse? Acayip virajlı yollardan gidiyordum. Tamam virajlar motorun en keyifli sürüldüğü yerlerdir ama bir noktadan sonra adama eziyet olmaya başlıyor. O anda yol gözümde büyüdü... Geri dönsem mi acaba?

Sıkıldım, dertlendim... Cep telefonuma isyankar yazılar yazdım ama göndermedim. İçimdeki sıkıntı büyüdükçe büyüdü. Hayırsız bir arzunun esiri olmanın ve bu esaretin dünyadaki en güzel şey olduğunu zannetmenin ve yanlış olduğunu bildiğin tüm gerçekleri doğruymuş gibi görmek istemenin getirdiği ikilemle önce güzel sözlerle başlayan sözlerim giderek küfre dönüşüyordu.

O can sıkıntısıyla biraz daha uyukladım. Davulcunun gümbürtüsüyle uyandım... daha doğrusu yerimden kalktım. Kahvaltı yapmak istedim. Burnuma fırından çıkan taze ekmek kokuları geliyordu. Fırını aramaya çıktığımda açık esnaf lokantaları farkettim. Hemen daldım içeriye... Güzel bir yemek yedikten sonra cüzi miktarda hesap geldi. O anda farkettim ki ben buraları bir yerden hatırlıyorum. Kerpe gezisinde buraya yani Kandıraya gelip Orçun'un lokantasında şahane köftelerden yemiştik.

Yemekten sonra dışarı çıktım sokak üzerindeki diğer lokantalara baktım. Evet, işte orda duruyordu. Ama açık değildi... Kapıya kartımı ve notumu iliştirip yola koyuldum.

Ancak içimde bir sıkıntı vardı. Yol gözümde büyüyordu. Kandıra çıkışına geldim. Yol ikiye ayrılıyor... İki ayrı istikamet... Biri ışıklı ve geniş, otobana bağlanan İstanbul istikameti. Diğeri ise dar, karanlık, virajlarla dolu Zonguldak istikameti. O anda geri dönmem gerektiğini biliyordum. Geri dönmem gerekiyordu... Ama hani insan yediremez ya kendine; beceremedi dedirtemez ya; mağlup olmayı kabullenemez ya; ağzımızdan laf çıktı ya... gideceğiz artık Samsun'a... saat sabahın körü. ortalık ağarmamış daha.

O gazla motoru Zonguldak yönüne sürdüm. Bir süre sonra tamamen karanlık ve tenha yollar başladı. Saate bakıyordum... Ulan saat de amma yavaş ilerliyor. Gün doğsa da aydınlık görsek diyordum. Ama o da ne? Alacakaranlıkta ilerlerken kesif bir sisin içinde buldum kendimi. Kısa farları yakınca sis farı etkisi yaratıyor. Bunu keşfettim. son derece yavaş süratlerde ilerliyordum. Derken şafak attı.

Güneşin doğmasıyla çok güzel manzaraların içinde buldum kendimi. Bir dağ köyünün içinden geçiyorum. Ulan haritada kol gibi karayolu olarak gösterilen bu yollar aslında dandik köy yoluymuş be, diye düşünmeden edemedim. Bir yandan da yol kenarında mangal kömürü yapan köylüleri görüyordum. Öylesine otomatik pilota bağlamışım ki kendimi tam "bu sefer durup resmini çekeceğim" diyorum ama bir türlü duramayıp "eh nasıl olsa birazdan bir tane daha çıkar o zaman durup resmini çekerim" diyor ama onda da aynı şekilde durmayıp yola devam ediyordum. En sonunda bir tane bile kalmadı... O zaman da "nasılsa başka dağ köylerinde yine karşıma çıkar" diye düşünüp geri dönmedim. Ulan ibiş... ben yola neden çıktım? Neden motorsiklet? Otobüsle, arabayla, uçakla böyle anların tadını çıkaramazsın da ondan değil mi? O zaman neden durup köylüyle iki çift sohbet edip bir kaç fotoğraf çekmezsin? Neden? Çünkü kafa karışık... çünkü yola çıkmanın amacını şaşırmışım. Biliyorum ben kabahatimi!

Akçakoca diye bir memleketten geçtim. Akabinde dümdüz ve geniş bir yolda ibreyi sona dayadım. Ereğli demirçelik fabrikasının oradan geçtim. Son derece güzel ilerliyordum. Saat o7 gibi benzinimin azaldığını fark edip benzinliğe girdim. Depoyu fulledim. O esnada aslında ne kadar yorgun olduğumu farkettim. Güneş doğmaya başlamış hava da çok güzeldi. Karadeniz sahiline bakan bu benzinlikten çıkınca müsait bir yerde durup iki saat kestirmeyi düşündüm. Ama şunun şurasında Zonguldak'a ne kadar kalmıştı ki? Az daha dişimi sıkayım Zonguldak'ta adam gibi bir otelde yatardım. Yalan tabi... Ulen sabah sabah otele girip uyuyacak halin yok ki!

Benzinlikten çıkınca çok şahane bir sahil yolunda motoru sürmeye başladım. Yol o kadar güzeldi ki süratim 100 km civarında gidiyordum. Bazı durumlarda son sürate kadar çıktığım oluyordu. Bu arada sol tarafımda deniz, sağ tarafımda kömürden oluşan bir dağ mevcuttu. İşte bunun fotoğrafını çekmem gerekli diye durdum.

Bu fotoğraf motorumun son fotoğrafı oldu. Yaklaşık yarım saat sonra yol sahilden içerilere uzanacaktı. Tekrar virajlar başlamıştı. Bir tünelin ağzı göründü. Açık söylemek gerekirse o tünelin ağzını gördüğümde kendimi kötü hissetmiştim. O ne biçim tünel girişiydi öyle. Sevimsiz, kızılmaskenin ormandaki mağarasının girişi gibi; sanki kocaman bir kurukafanın ağzını açmış beklemesi gibi; orada bekliyordu...

Ve büyük buluşma...